Yazı yaz!

Yazı yaz!

24 Ağustos 2008 Pazar


GİZLİ EL

Reşat Nuri Güntekin

Yakın zamanda, Elizabeth ve Victoria dönemleriyle ilgili birkaç film izlemiş olduğumu fark ettim: Shakespeare in Love ve elbette Elizabeth, Barry Lyndon, Becoming Jane vs. Bu filmlerin hemen hepsinde İngiltere'nin yakın ve uzak geçmişine dair ne de çok şeyi (farkında olarak veya olmadan) öğrendiğimi fark edince de şaşırdım. Elizabeth döneminde insanların dişlerini bizim misvakımıza benzer bir şeyle temizlediklerini örneğin. Gerek gündelik hayata, gerek şehirli veya kırsal nüfusun yaşam tarzlarıyla ilgili bunca bilginin nereden geldiğini bu konuyla ilgili uzmanların da bir çırpıda sayıp döküverdiklerini de şurada burada görüyoruz: Yazılı edebiyat, veya daha doğrusu yazı yazma geleneği. Özellikle bir zamanlar yazı yazmanın bir lüks olduğunu, Marx'ın da damadı olan Lafargue'ın deyimiyle 'aylaklık hakkı' veya daha önce kullanılıp kullanılmadığını bilmediğim artık zaman gerektiren bir uğraş olduğunu teslim etmek gerek. History of English Literature kitabında mesela Anthony Burgess'ın bir başlık da ayırmış olduğu (ve daha sonra bir ara değinmeyi planladığım) Jane Austen hakkında söylediği ilginç bir şey var mesela:

In (Jane Austen's) novels she attempts no more than to show a small corner of English society as it was in her day -the sedate little world of the moderately well-to-do country families.

Türkçesi: Jane Austen'ın romanları İngiliz toplumunun bir köşesini -nispeten iyi durumdaki taşralı ailelerin sakin ve küçük dünyasını- kendi zamanında oldukları şekliyle göstermekten fazlasına girişmez.


İngiliz toplumunun sınıflardan oluştuğunu ve zengin+soylu evlilikleri formülüyle üst sınıfların en belirleyici toplumsal gruplar olduğunu söyleyebiliriz. Bu bir yana, bu formülde eşitliğin diğer yanında finansal özgürlük ve dolayısıyla boş zaman, bunun sonucu olarak da yazı yazmak bulunuyor. Farklı şekillerde de olsa bu durum, Fransız toplumunda da geçerlidir (Balzac'ın 'de' önekini almak için çırpındığını unutmayalım). Yazı yazmanın bir süre sonra bir diğer boş zaman mesleği ile birlikte, daha sonra da akademisyenlik ve öğretmenlikle omuz omuza yürüdüğünü, daha sonra zarif bir dirsek temasından ibaret kaldığını, sonunda da bir meslek olarak kendi bağımsızlığını (veya yayın evine bağımlılığını) ilan ettiğini öne sürmek herhalde yanlış olmaz.


Konudan daha fazla uzaklaşmadan şu kadarını söylemeli belki de; bizim eksikliğimizin yazı yazma geleneğinden ziyade okuma geleneğinden yoksunluk olması bana bir nebze daha yakın geliyor. Dünü hatırlamak için en azından dün yazılanları, Reşat Nuri'yi, Ahmet Hamdi'yi, Refik Halit'i, Reşat Ekrem'i ve Abdülhak Şinasi'yi okumak da şöyle böyle yeterli değil midir?


Reşat Nuri'nin 'Gizli El' romanını okumaya başladığımda, birtakım şeylerin nasıl da değiştiğini (bazılarının nasıl olup da hep aynı kaldığını), bu toplumun eskiden nasıl yaşadığı konusunda ne denli cahil olduğumu, her yeni Türk edebiyatı klâsiği okuduğumda olduğu gibi, bir kez daha anladım. Elbette elimizde bu eserleri görselleştirecek Hollywood-vâri bir aygıtımız veya kelimenin her anlamıyla bir boyacı küpümüz yok; olanının ise bu şaheserleri suyunu çıkarıncaya, usaresini kurutuncaya ve anlamını sömürünceye kadar “çağdaş”laştırıp ekşittiğinde kuşku yok. Son dönemde alıp yürüyen ve elbette neticede 'akamete uğramaya mahkum' dizi furyası bunun bir örneği. Kimse de “Ne güzel Reşat Nuri'nin eserleri ele alınıyor, yok efendim toplumumuz klâsiklerimizle buluşuyor” diye maval okumasın; illa okuyacaksa Reşat Nuri okusun ne olur!